hiç bilenle bilmeyen bir olur mu

Hiç Bilenle Bilmeyen Bir Olur Mu?

Muhammet Furkan Çeliker

Muhammet Furkan Çeliker

29 Temmuz 2001 tarihinde İstanbul Vakıf Gureba Hastanesi'nde(o dönemki adıyla) 3 çocuklu ailenin son çocuğu olarak dünyaya gelmiştir.

İlk ve ortaöğretimi doğumundan bu yana ikamet ettiğim Bayrampaşa ilçesinde yer alan Nuri Örs Ortaokulu ve Hüseyin Bürge Anadolu Lisesi'nde tamamlamıştır. 2019 yılında yapılan YKS sınavından sonra İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne yerleşmiştir. 1 yıl İngilizce hazırlık eğitiminin ardından hali hazırda lisans eğitiminin son yılındadır, ağustos ayından bu yana da bir avukatlık ofisinde öğrenci stajı yapmaktadır.

Geleceğin Bilimi
Siyasal Teoriler Araştırmacı Asistanı

Tüm yazılar

GİRİŞ

 

Günümüz itibariyle iki milyar kişiyi aştığı bilinen bir dinin kaynağının sözüdür bu. Zümer Suresi 9. ayette bizzat Allahutaala tarafından söylenmiş bu söz bahsettiğimiz iki milyar kişinin de ilgisindedir. Sadece İslam açısından değil, bugün dünyada iki buçuk milyarı aşan inançlısı bulunan Hıristiyan dinin kaynağında da bu ifade yer almış, bilginin insan için ne anlama gelmesi gerektiği, insanın bilgiyi hayatının neresine koyması gerektiği anlatılmıştır. Bir örnek olarak Matta’nın Vay Halinize! Kısmının 23. maddesinde “…cehennem cezasından nasıl kaçacaksınız? İşte bunun için size peygamberler, bilge kişiler ve din bilginleri gönderiyorum…” Bu noktada şu kıyasın yapılmasını yanlış bulmuyoruz. İncil, insanlara direkt doğru bilgiyi vermemiş yahut direkt doğru bilgiye ulaşmalarını öğütlememiş, bunun için aracı kimseler kullanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de 49. yerde geçen akıl kelimesine veya “…hala akıl edip düşünmez misiniz? …” gibi yönlendirmelere Matta’da da Yuhanna’da da Luka’da da Markos’ta da pek rastlamamaktayız. Dolayısıyla burada şu kanıya varmanın mümkün olduğunu görebiliriz. Güncel İslam dini, güncel Hristiyan dinine göre daha rasyonel ve insanın rasyonel olmasını öğütleyen bir dindir. Bahsi geçen ilham edilmiş kitaplar listesinde (Canon) yer alan dört muteber İncil’in -ki bunların üç tanesi (Matta, Markos ve Luka) sinoptik niteliktedir.- MS 1.yüzyılın sonlarıyla- 2.yüzyılın başları arasında yazıldığını kabul edersek İslam’ın kutsal kitabıyla (610- Nur Dağı) aralarında yaklaşık 500 senelik bir aralığın varlığı kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’in direkt Allah’ın kelamı olduğuna inanırız. İncil ise bilindiği üzere havariler tarafından kaleme alınmıştır. Yazarları farklı olsa da sözle ilham (inspiration verbale), yazıları olmasa bile manalarının vahyedildiği inancı vardır. Dolayısıyla anlatılmak istenen ilahi kabul edilir, ancak anlatılış tarzı yazara aittir. ((bk. AHD-i CEDÎD; HIRİSTİYANLIK [Kutsal Metinler ve Dinî Literatür]). Dönemin koşulları dikkate alındığında Hristiyanlığın tahrifatı okunabilir. Ancak bu husus yazımızın alanına dahil olmadığından bu kadar bahsetmekle yetineceğiz. Dolayısıyla yazıda dini kaynak olarak Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmeyi daha doğru ve rasyonel buluyoruz. 

 

Yazımızda kaynak olarak yalnızca din kabul edilmeyecektir. Zira bahsedeceğimiz husus dinin menzilinden çıkmış, insanın genel yaşantısının yörüngesine girebilmiş hatta günümüzde yapay zekanın da ilgisine mazhar olmuş, dolayısıyla kendinin müstakil bir alanının olduğunu hissettirmiştir. Bilginin değil bilmenin ne anlama geldiğini irdelemeye çalışacağız. Bilginin salt kendisini değil insana veya diğer her şeye kattıklarını tartışacağız. Binaenaleyh bu hususta felsefeyi, bilgi felsefesini teğet geçecek, deryasının serabına kapılıp girdabında çırpınmaktan kaçınacağız.

 

I. BİLGİYİ İSTEME

Aristoteles Metafizik eserini yazarken bilginin arzusunu cevher edinmiş ve “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler.” diyerek eserini meydana getirmiştir. Ancak burada Aristo’nun da bahsettiği bilmeyi isteme, bilinen isteme anlamından farklı olarak merak olgusudur. (bknz. Yakup YILDIZ , Emin ÇELEBİ , (2019), Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 9, Sayı 2, 2019, 5 – 18, 10.20493/birtop.654578)

 

İnsandaki bu bilgi merakı esasında teorik olarak Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşi ’sinde bizzat yer almasa da piramidin her basamağında aslında yer alır. Buna göre daha ilk basamakta dahi insanın fizyolojik gereksinimlerini karşılaması için söz gelimi besin bulmak, cinsellik ihtiyacını karşılamak öğrenilen şeylerdir. Bu ihtiyaçların karşılanması kolay da olsa bilmeye muhtaçtır. Kimisi refleks aktiviteler olsa da çoğu olgu insanın öğrenerek elde ettiği durumlardır. Zira güvenlik, ait olma, saygınlık, kendini geçekleştirme adlı diğer tüm basamaklarda bizzat sözü edilmese de bilmenin ne anlama geldiğini görmekteyiz. Dolayısıyla burada denilebilir ki, insanın en temel ihtiyacından en ulvi amacına kadar, en ilkel insan formundan en gelişmiş insan formuna kadar her basamakta insan bilmeye ihtiyaç duyar. Hakikate ulaşabilmiş insan bilen ve bilginin ne anlama geldiğini fark eden insandır. Bu itibarla hakikate ulaşmış insan ‘Kemal’ sıfatını edinecektir. Kemal, bilgi ve erdemin eksiksiz şekilde birleşmesinin sonucudur. Hakikate ulaşmış kâmil insan, Arapça tabiriyle İnsân-ı Kâmil, bu noktadan sonra Fenafillaha ermiş, diğer bir ifadeyle bilmeyi bilmiş, bilgiyi nasıl kullanması gerektiğini bilmiş ve artık dış etkiden bağışık yaşamaya başlamıştır. (İnsân-ı kâmil kavramı için bknz. Remzi KAYA, (2021), Kocatepe İslami İlimler Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, 2021, 410- 434, 10.52637/kiid.1002319)

 

Bu şekilde insan devamlı surette bilmeyi talep edecek, daha sonra bu edimini işlemeye çalışacak ve bu kurduğu bilgi zincirinin sonucunu elde edip kendini tatmin etmesinin ardından yeni bir bilgi zincirinin peşine düşecektir. Nitekim insan, gelişemediği her saniye eksilmeye mahkûm bir canlı formudur. Bu nedenle yaşamını devam ettirebilmek için sürekli bir şeyler öğrenmesi şarttır. Bu bilginin ne olduğundan önemsiz bir bahistir. Kanaatimizce insanın salt bir bilgi merakı barındırdığının, ediminin ne olduğundan bağışık şekilde, bilmenin hazzını taşıdığının varlığını kabul etmek gerekir.

 

II. BİLGİYİ İŞLEME

Bilgiyi merakından sonra elde edebilen insan bu cevheri işleyip, farz ettiği potansiyelini ortaya çıkarmaya çalışacaktır. Bir diğer tabiriyle bu bilgiyi kullanacaktır. Ona biçim verip başlangıçta düşündüğü ve tatmin noktasına erişmeyi talep ettiği haline yönelik aktif bir fiil işleyecektir. Esasında insanın beyni incelenirken ayrılan lobların hepsinin farklı bir işlevinin olduğu bilimsel verilerle ortaya konulmuş ve hangi lobun hangi insan işine kaynak olduğu belirtilmiştir. Bu bölümler incelendiğinde de görülür ki refleks hareketler (görme algısı- parietal lob, solunum ve yutma- beyin sapı, denge-serebellum vs.) dışında kalan işlevlerde hep bir edinim, bir bilgi esintisi fark edilir. Bu husus da bilginin kullanılmasının bilimsel yönünü ortaya koymaktadır.

 

Bir bilginin yalnızca bilimsel yönlerle okunmasına lüzum yoktur. Zira insan, yalnızca beş duyusunun algılayabildiği halleri bilmesi ona yetmemiş ayrıca metafizikle de uğraşmış, onu da merak etmiştir. Mamafih insan, devamlı bilmeye, işlemeye, kullanmaya çalışmaktadır.

 

Bilginin ne şekilde işleneceği insanın tasarrufuna bırakılmış, sonuca da katlanması tabi kılınmıştır. İnsan bilgi hususunda adeta lanetlenmiştir. 

 

III. BİLEN İNSAN

Bilgi cevherini elde edip işledikten sonra artık o bilen insan olmuştur. Arapçada “ˁlm” kökünden gelen “عالم” yani bilen insan, ilim sahibi kişi, Latincede “Scientia” -ki bu kelime de İngiliz diline “Science” şeklinde geçmiştir.- “Scholar” olarak bilgin haline gelmiştir. Bu insan artık başlangıçta talep ettiği tatmine ulaşmıştır.

 

Bir ağacın kökleri gibi bilgiyi elinde tutan insanın artık gidebileceği çok fazla yol çok fazla seçenek vardır. Bu onun için yeni tatminler arayışı, yeni ihtimaller, yeni uğraşlar demektir. Nitekim bilen insan bildiği andan itibaren kendini sonraki formu için yetersiz hissedecek ve fazla zaman geçmeden bu yollardan bir tanesine yani yeni bir bilgiye doğru ulaşmaya çalışacaktır. Yukarıda sözünün ettiğimiz Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde de durum aslında böyledir. Bilen insanın ihtiyaçları artacak, farklılaşacak, gelişecek ve büyüyecektir. Bunun için de tabiri caizse keseyi doldurması gerekecektir.

 

Hayatın her safhasında bilgi insana bu yüzden cazip gelmiştir. İnsan ilişkilerinden toplum ilişkilerine varıncaya kadar bilgiyi elinde tutan kişi diğer kişileri etkilemede daha rahat hareket etmiştir. Belirttiğimiz gibi insan bir merak girdabındadır. Bu merak, ilgiyi doğurmaktadır. Latince intellectus sözcüğüne dayanan entelektüel sıfatına sahip kişiler her zaman toplum içerisinde üst planda tutulmuş ve talebe maruz bırakılmışlardır. Zira o kişiler bilen kişilerdir ve diğer insanlar onlardan o bilgileri almalıdır. Bugün önümüzde dünyadaki tüm bilgileri veyahut seçeceğimiz bir kişinin sahip olduğu tüm bilgileri tek seferde kolayca bize aktarılmasını sağlayacak bir teknoloji kullanma ihtimaline hangimiz hayır diyebiliriz ki? Bu bilgin kişilerin ilgi odağı olmasının sosyolojik yönden araştırılması gereken bir husus olduğu kanaatindeyiz. Türk toplumu için söz gelimi Dede Korkut figürünün nesillerdir aktarılmasının sebebi bu husustan başka bir şey değildir. Zira sapyoseksüel kişilerin bu özelliğinin sebebi de budur. Bilgin kişi, yalnızca elindeki bilgiyle dahi karşısındaki kişi veya toplumu etkilemektedir. Bilgin kişi yalnızca kişi ve toplumu değil canlı cansız tüm durumları etkilemektedir. Örneğin endemik çok güzel bir çiçeğin yetiştirilmesini bilen kişinin bahçesi, çiçeğin ne olduğunu bilmeyen bir kişinin bahçesinden daha göze hoş gelecektir. Bir diğer örnek olarak Kızıldeniz’in kuzeyinde yer alan, İslam inancına göre MÖ 1900’lü yıllara kadar uzanan geçmişe sahip Lut Kavminin, (Eski ahitte bu şehrim ismi Sodom’dur.)  inanca göre helak edilmesinin sebebi tanrıyı kızdırmış olmalarıdır. Meydana getirdikleri sapkınlık o durumu bilmelerinden ve bilgilerini işlemelerinden kaynaklanmıştır. Görülüyor ki bilen insan Tanrıyı bile etkileyebilmektedir. Öyleyse Allah bilmeye bu kadar kudreti yüklerken insandan neler beklemiştir? Bizce insanların sorgulaması gereken husus budur.

 

Yazının başında da belirttiğimiz şekilde Allah, gönderdiği din ile biz insanlara verdiği aklı tam anlamıyla kullanmamızı ve ortaya makul birtakım şeyler koymamızı bekler. İtikadi mezheplerde veya fıkhi mezheplerde de bu yol defalarca önümüze konulmuştur. Söz gelimi İmam Maturidi’nin dini tasdik ile aklın, vahiy ile mantığın birleştiği noktalar sonucu inancın felsefesi ile ulaşacağı doğruyu açıklaması gibi. (bknz. İbrahim Agah ÇUBUKÇU , (1964), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 12, Sayı 1-4, 1964, 51 – 62,) Gerçekten de insanın birçok şeyi aklında rasyonel bir temellendirmeye dayandırarak kabul ettiği görülür. İnancı yalnızca din olarak kabul etmeyip, genellemeye tabi tutarsak, inanmak için bilmek çoğu zaman yeterlidir. Yazıda yalnızca din temelli argümanlar kullanmamızın bir sebebi de budur. Çünkü bir insan günlük yaşantısını bir şeylere inanarak geçirmektedir. Genelde düşünme eylemi sonucu bir sürecin neticesi olduğunu fark etmediğinden, bu hususu kabul etmek güç olsa da çevredeki her şey insanın inandığı şekilde varlardır. Burada var kelimesini zikretmemizden güzergahımızın varlık felsefesine girmesinden imtina etmekteyiz. Varlık felsefesi hususunda bizce en yerinde ve bize en yakın görüş Martin Heidegger’in görüşüdür. (Martin Heidegger’in varlık meselesi hk. Fikirleri için bknz. Aydın YAZĞAN, (2023), Fikriyat, Cilt 2, Sayı 2, 2022, 131- 152,) Belirttiğimiz üzere insan, mütemadiyen bir şeylere inanarak yaşar. Bu inanç için de en kolay ve nitelikli yol şüphesiz bilgidir. Burada tıpkı bilmenin nev’i şahsına münhasır karakteri gibi inancın da bu karakterde olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, doğası gereği inanmak ve eylemlerde bulunmaya mecburdur. Buradan dolaylı olarak şu yola varıyoruz. İnsan inanmaya mecburdur. İnsan bilme eylemine mecburdur. İnsan bilerek inanır. Bu yolu noktaladığımızda insanın tatmin olduğunu söylemek mümkündür.

 

SONUÇ

İnsanın kendine ulaşmaya çalışır. Doğumunda başladığı bu inanç yolculuğunda elindeki tüm araçları bu amaçla kullanmaktadır. Kendine ulaşmayı başardığı an esasında yaratıcıya da ulaşmış olacaktır. Bir noktadan sonra yaratıcının kendinden ona yüklediği özellikleri fark ettiğinde misyonunu tamamlayacaktır. Bunun için de insana verilen en biricik husus akıldır. Aklı ile bir şeyleri bilmeyi ve inanması gereken şeylere inanması beklenmektedir. Hayat, insan için bir yapbozun dağınık parçaları gibidir. Demonte şekilde ona verilen bu yaşamda her bir yapboz parçasını inanarak yerine oturtması beklenmiştir. Bu işi yapabilmek için de her seferinde elinde tutulan parçanın ne olduğunu bilmek gerekir. Şüphesiz bu akılla sağlanacaktır. Öyle ki yaratıcı bu misyonu kullarına yüklerken üstesinden gelebilecekleri şekilde araçlarını da yüklemiş ve sonrasında bu araçlarını kullanarak kendilerine ulaşmalarını emretmiştir. Dolayısıyla Hiç Bilenle Bilmeyen Bir Olur Mu? sorusunun kaynağı işte budur. İnsan bildiği kadar yükselir, bildiği kadar yakınlaşır. Bilmek çoğu zaman bir hedef olarak görülse de esasında ana hedefe ulaşmak için kullanılan bir araçtır.

Ana hedef ise yaratıcıdır. Tüm bu eylemleri yapabilmek için içimize bir aşk yerleştiren yaratıcı karşımıza da bir aşk çıkartacak ve bu şekilde bizi kendine ulaştıracaktır. Bu mefhum yapbozun ilk parçası olduğu gibi ortaya konulacak en önemli parçasıdır. Şüphesiz ki en önemli parçası eksik yapboz bir anlam ifade etmeyecektir.